Bir şeylerin
ters gittiğini tam olarak hayata yani gerçek hayata gözlerimi açtığım ilk an
anlamıştım. Aydınlıktan sanırım o sebeple hep nefret ettim. Anne karnındaki o
grenli dünya, gerçek dünyaya gözlerini açtığın andaki bembeyaz hastane
odasındaki ışıklara hiç benzemiyordu. Hem orada renklerde yoktu. Şeyyy, neyse.
Aslında
hatırladıklarım bunlarla sınırlı da değildi. Mesela bir ses vardı oradayken,
yani anne karnındayken. O sesi gerçek dünyaya adım attığım an tanımam -ya da
hatırlamam mı demeliyim- çok geç olmadı. Kalbim atışı sanmıştım ilk başta ya da
anne dediğim kadının kalbidir sanmıştım ama bu üçüncü bir sesti, bunu saymayı
öğrendiğimde anlamılandırmıştım. Acaba iki kalbim mi var, iki kalbi mi var
yoksa başka biri mi var yanıbaşımızda. Baba denilen adamla mı alakalı, çok mu
seviyorlar birbirlerini, birbirlerine çok mu yakınlar, ben aşk çocuğu muyum
yoksa, birbirlerini sevdikleri gibi beni de mi sevecekler... diye sonsuz bir
düşünceye dalmışken küçücük olan beynim uykuya dalmıştım bile.
Sabah yine o
sesle uyandım. 23798,23799,28800 diye saydım içimden ve gözlerimi açtım. Bunu
her sabah duvardaki saatimle beraber ritmik şekilde yapıyorum. Otomatik olarak
tamı tamına 8 saat uyuyordum. Az kalsın söylemeyi unutuyordum, evet o üçüncü
ses oydu. Duvar saati. Üstüne hikayeler yazdığım hiç bir şey gerçek değilmiş
tabi. Ben kaza sonucu hatta para sonucu birlikte olunmuş bir kadının
karnındaydım.
Bilimin
açıklayamacağı şeyler hatırlıyorum ama mucizelere inanmıyorum.
Doğduktan
sonraki yaşantımı da anne karnındaki gibi net hatırlıyorum tabi. Konuşmayı
öğrenmem zor olmadı –tahmin edersiniz ki ilk söylediğim kelime anne olmuştu-
hatta saymayı, yazmayı, okumayı da yaşıtlarımdan çok çok önce çözmüştüm.
Sanırım bu da tanrının bana tek armağınıydı. Zihinsel aktivitelerde
zorlanmasamda bedensel olarak büyük bir eksikliğim vardı. Bununla
karşılaştığımda renkleri öğrenmeye çalışıyordum. Annem evdeki eşyaları
göstererek –tabi ki hiç bir zaman çok/hiç oyuncağım olmadı- ‘bu ne renk?’ gibi
sorular soruyordu ama her seferinde kırmızıya geldiğimizde yanlış cevap
veriyordum. Zaten çok geçmeden her şeyi bu kadar çabuk kavrayıp neden kırmızıyı
algılayamadığımında sebebi belli oldu. Evet renk körüydüm ama sadece kırmızıyı
göremeyen bir renk körü. Doktor buna şükretmem gerektiğini sadece tek rengi
göremedeğimi iki hatta üç rengi hiç göremeyenlerin olduğu hatta üç rengi
göremeyenlerin o üç rengin yerine siyah ve beyaz gördüğünü söyledi.
‘Şükretmek?’ dedim içimden. Zaten renk körü olmamın sebebi de lanet doktorların
doğum odasında yanlış ışık kullanmasından kaynaklanıyordu. O parlak, beyaz,
gözlerimi yakan o ışıklar ve ben bu sebepten aydınlıktan nefret ediyordum.
İlk saatimi
büyük çabalar sonucu aldırmıştım anneme, ilerde parasını ödeyeceğime söz
vererek. Üniversiteye gidecektim çünkü, o saat sesinden uzakta uyuyamazdım ki,
nefes alamazdım bile, 15 senedir yanımda olan o ses olmadan uyuma düşüncesine
dahi tahammül edemiyordum. Aynı sese sahip olan bir saat bulmamda kolay olmadı.
Hem paranın kısıtlı olması hem o zamanda böyle eski bir teknoloji bulmak kolay
olmadı. İlk saatim işlemeli bir cep saatiydi, sesi birebir aynı olan bir cep
saati.
23798,23799,28800,
uyandığımda onun yüzü geldi gözümün önüne. Çalıştığım üniversitedeki o kız. O
daha öğrenciydi tabi. Genç yaşta profosör olduğumdan yaşıtlarımla takılmam beni sürekli statü farkına maruz bırakıyordu. ‘Balık yemeye gidelim mi?’ dedi bana
bir gün. Aramızdaki statüyü umursamaksızın, millet ne der diye düşünmeksizin, o
hırçın ve ayakları yere basan tavrıyla. ‘Tamam’ dedim. Akşama buluştuk, onu
almaya gittim. Yoldayken bana ‘bu ülkedeki en zeki adamlardan birisin niye
araban yok?’ diye sordu. Gülümsedim. ‘Her konuda ileri görüşlü değilim, bu
konuda eski kafalım dedim’ güldüm, yalan söylemenin verdiği büyük bir hazla. O
da güldü. ‘Birde siz profosörler biraz çatlak oluyorsunuz sanırım, niye cep
saatin var hemde bu kadar gürültü çıkaran, okuldaki herkes senin geldiğini o
saatin tıkırtısından anlıyor’ dedi. Bu sefer bir şey söylememiştim. Özel bir
şey olduğunu anlamış olacak ki o da sustu.
Lokantaya
gittik. Sevimli küçük bir yerdi. Balıkları, mezeleri ve bir büyük rakımızı
sipariş ettik. O bana ne olmak istediğinden bahsediyor bende dinliyordum.
Salatalar geldiğinde ‘ben ayrıca kırmızı lahana alabilir miyim rakıyla çok
güzel oluyor da’ dedi bana
gülerek. Daha önce bunu hiç düşünmediğimi farkettim. Sanırım annem canım
yanmasın diye ona hep mor lahana demişti. Görebildiğim tek kırmızı buydu
sanırım. ‘Kırmızı lahana’ dedim sessizce. Hayatın anlamını çözmüşcesine. Sonra
gülümsedim. O konuşuyordu, bense sadece cebimdeki saatin tiktakları duyuyor
anne karnındaki o hissi yaşamanın zevkine varmaya çalışıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder