26 Aralık 2012 Çarşamba

alakasız kavramlarla hikayeler: Mor lahana - Saat


Bir şeylerin ters gittiğini tam olarak hayata yani gerçek hayata gözlerimi açtığım ilk an anlamıştım. Aydınlıktan sanırım o sebeple hep nefret ettim. Anne karnındaki o grenli dünya, gerçek dünyaya gözlerini açtığın andaki bembeyaz hastane odasındaki ışıklara hiç benzemiyordu. Hem orada renklerde yoktu. Şeyyy, neyse.

Aslında hatırladıklarım bunlarla sınırlı da değildi. Mesela bir ses vardı oradayken, yani anne karnındayken. O sesi gerçek dünyaya adım attığım an tanımam -ya da hatırlamam mı demeliyim- çok geç olmadı. Kalbim atışı sanmıştım ilk başta ya da anne dediğim kadının kalbidir sanmıştım ama bu üçüncü bir sesti, bunu saymayı öğrendiğimde anlamılandırmıştım. Acaba iki kalbim mi var, iki kalbi mi var yoksa başka biri mi var yanıbaşımızda. Baba denilen adamla mı alakalı, çok mu seviyorlar birbirlerini, birbirlerine çok mu yakınlar, ben aşk çocuğu muyum yoksa, birbirlerini sevdikleri gibi beni de mi sevecekler... diye sonsuz bir düşünceye dalmışken küçücük olan beynim uykuya dalmıştım bile.

Sabah yine o sesle uyandım. 23798,23799,28800 diye saydım içimden ve gözlerimi açtım. Bunu her sabah duvardaki saatimle beraber ritmik şekilde yapıyorum. Otomatik olarak tamı tamına 8 saat uyuyordum. Az kalsın söylemeyi unutuyordum, evet o üçüncü ses oydu. Duvar saati. Üstüne hikayeler yazdığım hiç bir şey gerçek değilmiş tabi. Ben kaza sonucu hatta para sonucu birlikte olunmuş bir kadının karnındaydım.

Bilimin açıklayamacağı şeyler hatırlıyorum ama mucizelere inanmıyorum.

Doğduktan sonraki yaşantımı da anne karnındaki gibi net hatırlıyorum tabi. Konuşmayı öğrenmem zor olmadı –tahmin edersiniz ki ilk söylediğim kelime anne olmuştu- hatta saymayı, yazmayı, okumayı da yaşıtlarımdan çok çok önce çözmüştüm. Sanırım bu da tanrının bana tek armağınıydı. Zihinsel aktivitelerde zorlanmasamda bedensel olarak büyük bir eksikliğim vardı. Bununla karşılaştığımda renkleri öğrenmeye çalışıyordum. Annem evdeki eşyaları göstererek –tabi ki hiç bir zaman çok/hiç oyuncağım olmadı- ‘bu ne renk?’ gibi sorular soruyordu ama her seferinde kırmızıya geldiğimizde yanlış cevap veriyordum. Zaten çok geçmeden her şeyi bu kadar çabuk kavrayıp neden kırmızıyı algılayamadığımında sebebi belli oldu. Evet renk körüydüm ama sadece kırmızıyı göremeyen bir renk körü. Doktor buna şükretmem gerektiğini sadece tek rengi göremedeğimi iki hatta üç rengi hiç göremeyenlerin olduğu hatta üç rengi göremeyenlerin o üç rengin yerine siyah ve beyaz gördüğünü söyledi. ‘Şükretmek?’ dedim içimden. Zaten renk körü olmamın sebebi de lanet doktorların doğum odasında yanlış ışık kullanmasından kaynaklanıyordu. O parlak, beyaz, gözlerimi yakan o ışıklar ve ben bu sebepten aydınlıktan nefret ediyordum.

İlk saatimi büyük çabalar sonucu aldırmıştım anneme, ilerde parasını ödeyeceğime söz vererek. Üniversiteye gidecektim çünkü, o saat sesinden uzakta uyuyamazdım ki, nefes alamazdım bile, 15 senedir yanımda olan o ses olmadan uyuma düşüncesine dahi tahammül edemiyordum. Aynı sese sahip olan bir saat bulmamda kolay olmadı. Hem paranın kısıtlı olması hem o zamanda böyle eski bir teknoloji bulmak kolay olmadı. İlk saatim işlemeli bir cep saatiydi, sesi birebir aynı olan bir cep saati.

23798,23799,28800, uyandığımda onun yüzü geldi gözümün önüne. Çalıştığım üniversitedeki o kız. O daha öğrenciydi tabi. Genç yaşta profosör olduğumdan yaşıtlarımla takılmam beni sürekli statü farkına maruz bırakıyordu. ‘Balık yemeye gidelim mi?’ dedi bana bir gün. Aramızdaki statüyü umursamaksızın, millet ne der diye düşünmeksizin, o hırçın ve ayakları yere basan tavrıyla. ‘Tamam’ dedim. Akşama buluştuk, onu almaya gittim. Yoldayken bana ‘bu ülkedeki en zeki adamlardan birisin niye araban yok?’ diye sordu. Gülümsedim. ‘Her konuda ileri görüşlü değilim, bu konuda eski kafalım dedim’ güldüm, yalan söylemenin verdiği büyük bir hazla. O da güldü. ‘Birde siz profosörler biraz çatlak oluyorsunuz sanırım, niye cep saatin var hemde bu kadar gürültü çıkaran, okuldaki herkes senin geldiğini o saatin tıkırtısından anlıyor’ dedi. Bu sefer bir şey söylememiştim. Özel bir şey olduğunu anlamış olacak ki o da sustu.

Lokantaya gittik. Sevimli küçük bir yerdi. Balıkları, mezeleri ve bir büyük rakımızı sipariş ettik. O bana ne olmak istediğinden bahsediyor bende dinliyordum. Salatalar geldiğinde ‘ben ayrıca kırmızı lahana alabilir miyim rakıyla çok güzel oluyor da’  dedi bana gülerek. Daha önce bunu hiç düşünmediğimi farkettim. Sanırım annem canım yanmasın diye ona hep mor lahana demişti. Görebildiğim tek kırmızı buydu sanırım. ‘Kırmızı lahana’ dedim sessizce. Hayatın anlamını çözmüşcesine. Sonra gülümsedim. O konuşuyordu, bense sadece cebimdeki saatin tiktakları duyuyor anne karnındaki o hissi yaşamanın zevkine varmaya çalışıyordum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder